Çocuklarla ilgili kötü bir olay yaşandığı zaman çocukluğum gelir aklıma…
Biz nasıl büyüdük? Çevreyle ilişkilerimiz, akrabalarımızla yakınlığımız nasıldı?
Neleri hayal ederdik? Okulun ve öğretmenin anlamı neydi?
Okula nasıl gider gelirdik? Anne babamız ne kadar korumacıydı? Bizi mutlu etmeye çalışan var mıydı? Gündüzleri nasıl vakit geçirirdik? Oyun parklarımız var mıydı? Oyun kurmak için neler yapardık?
Yabancı kimdi bizim için? En çok neden korkardık? Bir düşünün…
Sokakta oynarken annemin sık sık söylediği, “kapının önünden ayrılma” tembihi hala aklımda…
Kapı önü demek annemin “gözünün önü” güven demekti…
Bu, belki de günümüzde en çok özlenen hislerden biri.
Çocukluğunuzun geçtiği o kapının önünde saatlerce oynadığınız anlar, hem fiziksel hem de duygusal bir özgürlüğü temsil ederdi. O kapının önünde vakit geçirirken zamanın nasıl geçtiğini bile fark etmez, çocukluğun saf neşesini, hayal gücünün sınırsızlığını ve basit şeylerle mutlu olmayı bilirdik.
Kapının önündeki oyunlar, arkadaşlarla paylaşılan kahkahalar, küçük maceralar ya da sadece özgürce koşuşturmanın verdiği keyif, bir çocuğun dünyasında çok büyük bir yer kaplar. O kapı, sadece güven değil, huzurun da sembolüydü; dışarıda oyun oynarken eve yakın olmak, her an geri dönebileceğiniz bir sıcak yuva fikriyle rahatlamış hissetmek.
Güvenmek ne demekti bilmiyorduk ama huzurunu yaşıyorduk. Biz kapı önünden bir yere ayrılmadıktan sonra annem de huzurluydu…
Çoğu zaman o kapı önünde ya top ya da evcilik oynardık… Evcilik, oynadığımız en güzel ve yaratıcı oyunlardan biriydi.
Öyle özel oyuncaklarımız, Barbi bebeklerimiz yoktu ama mutluyduk. Tatminkârdık.
Çocukların hayal güçlerini kullanarak kendi küçük dünyalarını kurdukları, rollere büründükleri ve gerçek hayattaki ilişkileri taklit ettikleri bir oyun. Çocukken evcilikte anne, baba, çocuk, hatta evcil hayvan gibi rollere girerek, küçük bir aileyi canlandırırdık. O oyunlarda sevgi, güven, paylaşım ve sorumluluk gibi pek çok temel değerleri, farkında olmadan öğrenirdik. Bu oyunların, hayatı öğrenme, sorumluluk alma ve sosyal ilişkileri anlamlandırma konusunda önemli olduğunu sonradan anladım.
Okula yarım saatte yürüyerek giderdik. Toplu halde güle oynaya. Birimiz gözden kaybolsa derde düşer hemen bağırmaya başlardık. Herkes birbirini korur kollar, bunu sorumluluk bilirdik. Bütün bu incelikleri önce ailemiz sonra yaşadığımız toplumdan edinmiştik.
Peki bu anlayışla büyüdük de, şimdi yaşadığımız toplumda bu güven neden yok.
Çünkü kendi derdimize düştük. Kendi sosyal medyamıza, kendi gezmelerimize, kendi hırslarımıza, kendi isteklerimize döndük yüzümüzü. Sosyal medyaya, kafelere, gösterişe harcanan zaman çocuklarımıza ayırdığımız zamandan daha fazla… Bu hızlı yaşayışta çocuklar yalnız büyüyor. Annesiz babasız hatta arkadaşsız… Ve de kapı önüne bile çıkamayacakları kadar güvensiz, korumasız. Çocuklarımızın güveneceği bir kapısı bile yok, çünkü kapıyı açan anneleri yok
Lafla peynir değirmeni döner zannediyoruz. Yaşayarak, yaşatarak gösteren değil sözde anne babalar olduk… Parklarda çocuklarla beraber geçirdiğimiz birkaç saatin anne babasıyız biz. Aldığımız oyuncakların çocuklarımıza anne babalık yapmasını bekliyoruz. Aile nasıl olunur masal kitaplarında, çizgi filmlerde görsünler istiyoruz.
Sonuç olarak, bugün evinin, okulunun, komşusunun kapısı bile çocuklar için güvenli değil.
İhmal, sevgisizlik, şiddet, zorbalık, dışlanma, sosyal medya, duygusal boşluk çocuklarımızı çevrelemişken, kimse timsah gözyaşı dökmesin. Çocuklarına güvenli, sevgi dolu bir ortam sunamayan büyükler olarak, hepimiz suçluyuz.