“Mekanın Tahakkümü”
 
Mekansız bir dünya hayal edebilir misiniz? Peki, biz bu MEKANLARIN neresindeyiz?
 
Abraham Maslow; ihtiyaçlar hiyerarşisinde bireyin, fizyolojik, güvenlik, sosyal, saygınlık gibi ihtiyaçlarını belli bir sıralamayla giderebildiği takdirde ancak kendini gerçekleştirebildiğini ifade eder. Teoriye göre bir ihtiyacın karşılanması, onun bir üstünde yer alan başka bir ihtiyacın gündeme gelmesine neden olur. Temel ihtiyaçlarını karşılayan bir birey, daha üst basamaklara çıkabildikçe kendini tam olarak gerçekleştirebilmektedir. İhtiyaçlar Piramidinin ilk basamağının hemen üstünde yer alan güvenlik yani barınma ihtiyacı, arkaik (primitif) dönemden günümüze her daim önemini korumuştur. Arkaik insanlar, korunma ve barınma ihtiyacını doğal oluşumlarla (mağara, kovuk... vb) karşılarken günümüz insanı ise bu ihtiyacını üst üste bindirilmiş beton yığınları ile karşılamışlardır. İşte bu beton yığınları; şimdiki evlerimiz, iş yerlerimiz, eğlence alanlarımız, okullarımız, hapishanelerimiz ve sayabileceğimiz daha yüzlerce farklı mekanlar haline gelmişlerdir.
 
Peki, mağaralardan günümüz kapalı kutu şeklindeki barınma alanlarına geçiş doğal bir süreç şeklinde mi ilerlemiştir?
 
Sorunun, çeşitli cevapları olabilir ancak biz bu soruya Michel Foucault’un “Hapishanenin Doğuşu” adlı eseri üzerinden cevap aramaktayız. Kitapta; binaların özellikle gözetlenebilir ve kontrol edilebilir şekilde inşa edildikleri vurgusu gözümüze çarpmaktadır. Görünmez bir otorite tarafından insanların hizaya sokulması ve bireyin, otoritenin istediği haliyle şekillendirilmesi doğal olarak günlük yaşamı da etkilemektedir. Otoritenin tepkisini çekmemek veya ceza almamak adına insanlar artık tek tipleşmekte ve kendine dayatılan hayatı kabullenir hale gelmektedirler. İktidarın, suçluyu yığınların önünde çeşitli işkence ve azap yöntemleriyle cezalandırmak yerine, kendi menfaati doğrultusunda suçluyu toplumdan ayırarak, hapsetmesi yani hapishaneyi keşfetmesi, bireyi istediği gibi yönlendirebilmesi ve tek tipleştirmesi aslında günümüz apartman daireleri için kullanabileceğimiz bir metafor haline dönüşmektedir.
 
Bu söylemi daha iyi anlamak adına, Leon Faucher tarafından kaleme alınan, Paris Genç Mahkumlar ceza evinin yönetmeliğinin 17. Maddesine bakmak faydalı olacaktır:
“Tutuklular güne kışın saat altıda, yazın beşte başlayacaklardır, çalışma süresi her mevsimde günde dokuz saat sürecektir, günde iki saat eğitime ayrılacaktır. Çalışma ve gün kışın saat dokuzda, yazın sekizde sona erecektir.….”  
Sözleri eminim ki hayatını idame ettirmek, güzel ve konforlu apartman daireleri alabilmek için özel veya devlet kurumlarında çalışan birinin zihninde önemli bir yer işgal edecektir. Ayrıca kendi elleriyle inşa ettikleri bu mekanların aslında varlıklarını sürdürebilmek için yaptıkları modern hapishaneler olduğu gerçeğinin farkına varmalarını sağlayacaktır.
 
İktidarların yapımlarında ön ayak oldukları ve bizlerin de sahip olmak için yarıştığı bu mekanlar, arka planda bireyi gözetlemek, denetlemek ve hizaya sokmak için verilen çabalarının bir sonucu olarak inşa edilmiştir. Foucault, insanların barınmasının ve güvenliğinin sağlanacağı iddiasıyla “üretilen” bu mekanların, gerçekte hepsinin birer ceza evi olduğu düşüncesine sahiptir. Bu nedenle gündelik pratikleri dönüştürülmüş modern insanı, içinde yer aldığı mekandan ayrı düşünemeyiz. Hatta kurgulanmış gündelik yaşam içinde kuşatılan birey, kendini izole edemez ve bu yaşam pratikleri içerisinde bir nevi hapis hayatını sürdürmeye mecbur kalır.
 
 
Eserlerimin düşünsel altyapısını etkileyen bir diğer düşünür ise Jacques Derrida’dır. Derida’nın felsefesinin temelini oluşturan dil söylemini gösterge yani semboller üzerinden tartışırsak  “saf bir doğaçlamanın imkânsız” olduğunu anlayabiliriz. Bende bu söylemi “Mekanın Tahakkümü” adını verdiğim sergideki resimler için söyleyebilirim.
 
Resimlerimdeki figürlerin yüzeydeki dağılımına ve yerleştirildikleri geometrik alanlara bakıldığı zaman doğaçlama etkisi hissedilebilir ancak her bir figürün, yerleştiği yerin hem birbirleriyle olan ilişkisi hem de bulunduğu alanın (mekan)  konumuyla ilişkisi bakımından kurgusal bir yerleştirme sonucu yapıldığı anlaşılır. Yine resimlerdeki insanlar, yaşam alanlarında birbiriyle doğal bir ilişkileri varmış gibi görünseler de bu his,  derinlere inildikçe yerini, aslında bu ilişkilerin çoğunun doğal olmaktan uzak mecburiyetler sonucu olduğu izlenimine bırakır.
 
Sanatımı icra ederken, burada değindiğim veya değinemediğim sorgulamalar sonucu insanın kendi eliyle yaptığı ve aslında organizmasının yaşamı için çok da uygun olmadığı mekanlara, belli bir süre sahip olabilmek için kısa ömrünü nasıl feda ettiğine, kendi yarattığı kavramları doğanın bir parçasıymış gibi içselleştirmesine, kendi dünyamdan bakıyorum. Ve bu sorgulamayı yaparken ortaya çıkan resimlerimi farklı açılardan sorguluyor ve defalarca yeniden ele alıyorum. O yüzden ortaya çıkan resimler çok katmanlı bir hal alıyor. Bu katmanlar hayatın içindeki zamanın akışı gibi geçmiş yaşamlara, onların birikimlerine ve en sonunda da ortaya çıkan görüntüye yani günümüze tanıklık ediyorlar.
 
“Mekanın Tahakkümü” adlı sergimiz aslında görselleşmiş çeşitli sembollerle “Biz bu MEKANLARIN neresindeyiz?” sorusuna cevap aramaya çalışıyor...

Hülya Sezgin'den İzmir Karaburun Alenes kamping'de Sanat Etkinliği Hülya Sezgin'den İzmir Karaburun Alenes kamping'de Sanat Etkinliği