"ÖLÜM VAR YA ÖMER, ÖLÜM!..”

Adaleti, cesareti ve devlet yönetimindeki üstün başarısı ile meşhur olan ve İslam tarihine adalet örneği olarak geçen Hz. Ömer (R.A) Halifelik görevini aldıktan sonra parasıyla bir adam tutmuştu.
Ve bu adama bir görevi verdi.
Dedi ki: Her sabah kapımı çalıp, “Ölüm var ya Ömer, ölüm var!..” diyeceksin. Ve ben de sana ücret olarak bir altın ödeyeceğim.
Adam şaşkındı, ancak iyi bir iş bulmanın sevinciyle her sabah Halife Ömer’in kapısını çalıp, Ölüm var ey Ömer, ölüm var!..” diyerek uyarısını yapmaya ve ardından parasını alıp gitmeye başladı.
O günden sonra her sabah bu sahne tekrarlanır ve görenlerin meraklı bakışları altında adamcağız hatırlatmasını yapardı
Bu duruma günlerce, aylarca, hatta yıllarca devam etti.
Bir gün Hz. Ömer (R.A) aynaya bakarken saç ve sakalını ağardığını gördü.
Hz. Ömer’e ölümü hatırlatmak üzere o sabah adam yine geldi. Hz. Ömer dışarı çıktı, ancak bu sefer adamı konuşturmadı: Artık bundan böyle adamın görevine son vereceğini söyledi ve al bu ücretini git, bundan sonra gelmene gerek yok dedi…
Adam Hz Ömer’e;
Ya Ömer bu güzel adetinden vaz mı geçtin?..” Diye sordu.
Yine de sebebini merak edip sordu. Hz. Ömer, “Çünkü bu sabah aynada sakalım da ak bir tel gördüm. Ben her sabah çoğalan ak telleri gördükçe o sözü kendi kendime hatırlayacağım...” diye cevap verdi
Bu ifadelerle ak düşen saçların hikmetini idrak etmiş bulunuyoruz. Ölümün hak olduğunu eğer ölmezsek yaşlanacağımızı ve neticede ölümün bizi beklediği gerçeğini değiştiremeyeceğini fark ediyoruz.
Bana kalırsa Hz. Ömer aynı zamanda tarihin hayatla en barışık adamıdır, her gün kendisine bunu hatırlatacak erdemi gösteren, yani aslında ölüm ile barışık bir adam. Ölümle barışan, hayatla da barışır...
Dünyanın nimetleri gibi ölüm de güzeldir…
Ölüm karşısında insanlar farklı farklıdır. Kimi ölümden korkar. Hatta hiç ölümün sözünün edilmesini bile istemez. Ölümden korkulmamalı. Ölüm zannedildiği gibi kötü bir şey değildir.
Hayat güzel olduğu gibi, ölüm de güzeldir. Merhum Necip Fazıl Kısakürek bir beytinde şöyle diyor:
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber.”
An geliyor görmezden gelip, yok gibi davrandığın gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyorsun!..
Artık içinde ne birilerini aklayabiliyor, ne gerçeğe yok gibi davranabiliyor ne de tüm iyi niyetinle onca zamandır yaptığın gibi; artık her şeyin, birilerinin ve bir şeylerin iyi yanlarını görmek için kendini zorlayabiliyorsun.
Bir süre sonra gücün kalmıyor, kendini kandıramıyor gerçeği kabulleniyorsun.
Ve gerçeğe sırt dönüp, “yalancı mutluluklara” bel bağlamaman gerektiğini öğreniyorsun.
Gerçek acıdır, acıtır!
Ama sen yine de gerçekle yüzleş, içinde halı altına süpürme ve hiç kimseye eğer hak etmiyorsa değer yükleme!.. Üzerler, dikkat et kendine!..
Allah’ım!..
Darlıktan ve üzüntüden sana sığınırım.
Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım.
Korkaklıktan ve cimrilikten sana sığınırım.
Borcun sıkıntısından ve insanların baskısından sana sığınırım.
Ben hayatımdaki insanları gülümseyerek ağırladım ve gülümseyerek uğurladım.
Tevazuyu erdem bildim, mütevazı kalmayı da.
Eğilip bir çocuğun alnını öpmeyi, bir yudum suya şükür etmeyi, insanlar arasından sessiz sedasız çekilip kendi halimde, kendi ruhumun ritminde, huzuru bulmayı sevdim.
Siz beni ne kadar tanıdınız?.. Kime dokundum, kimi kırıp incittim?..
Duygusallığım duyarlılığımdır dedim.
Sabır benim ikinci adımdı ve sessizlik en güzel bana yakıştı; dalarken gözlerim, dolarken gözlerim hüzün saçlarıma dokundu ve yüreğime bağdaş kurup oturdu.
Ne zaman bir menfaatle yaklaştım?..
İnsanın özüne baktım, yüzüne veya giydiğine değil.
Kime ön yargılı davrandım? Kimi rahatsız veya huzursuz ettim?..
Kırılsam da incinsem de gülümseyerek kendi kabuğuma çekildim.
Bir duvar örüp mesafeli olmayı seçtim.
Ömür denen bu merdivende yoruldum her basamağında.
Kime, kimi şikâyet ettim?..
Haksızlığı sevmedim.
Vicdanımdı beni ayakta tutan değer yargılarım ve kendime olan saygım, dürüstlüğümdü.
Biri de çıkıp söylesin: Haksız yere beni kırıp incittin desin Allah aşkına…
Tolstoy, “Savaş, mızraklı, trampetli bir bayram değildir, onun manzarası, kandır, ölümdür,” der.
Ey ÖLÜM!..
Habersiz geleceksin bir gün biliyorum. Kapımı çalmadan gireceksin içeri.
Yanımda eşim, gözümde yaşıma bakmadan geleceksin.
Ne haber vereceksin, ne davet edilmeyi bekleyeceksin…
Dünya halen içimdeyken, heveslerim zirvedeyken, hiç bir işim bitmemişken geleceksin.
Hazırlığım yok, umutlarım çokken, belki aç belki tokken geleceksin…
“Biraz bekle”, ”biraz dur”, ”biraz geç kal” diyemeden, bir şeyler alamadan yanıma, yalnız kalınca bir kabirde neler gerekir?..
Onları dolduramadan valize, kimseyle vedalaşmadan, son taksitleri yatıramadan…
Eşimi, oğullarımı, gelin kızlarımı, torunlarımı, kardeşimi, beni seven sevdiğim akrabalarımı, yakınlarımı ve sevdiğim, seven dostlarımı son kez göremeden, son kez öpemeden, son sözlerimi diyemeden, son sözlerini dinleyemeden geleceksin.
İzin bile almadan, ”müsait misin” diye sormadan, yaşa başa bakmadan, son lokmayı yutmadan geleceksin.
Ey ÖLÜM!
Kapıyı en çok çalan ama hiç beklenmeyensin. Davetliler arasında bulunmayansın.
En çok görünen fakat hiç hatırlanmayansın.
Hayallerim sensiz, planlarım sensiz, sensiz kalemim kâğıdım, sensiz ekmeğim aşım…
Biliyorum habersiz geleceksin bir gün.
Her şeye rağmen, tüm unutulmuşluklara, tüm aldanmışlıklara rağmen geleceksin.
Yarım olan, tam olan neyim varsa alıp gideceksin. Kimseye bildirmeden en sessiz halinle geleceksin; ama giderken nice fırtınalar bırakacaksın ardında…
Ansızın geleceksin bir gün, en güzel azalarımı çürütmek için, en tatlı varlığımı eritmek için geleceksin.
Hayallerimi, planlarımı, kalemimi kâğıdımı burada bırakacaksın bensiz
Yanıma yalnızlığı vererek, bütün pişmanlıkları önüme sererek geleceksin... Biliyorum habersiz geleceksin bir gün. Ansızın geleceksin…
Ey ÖLÜM!..
Anaları, babaları evlatsız, evlatları anasız, babasız, yiğitleri yarsız bırakansın sen
Gülüşleri yarım, sızıları derin bırakansın sen.
Her yeni ölümle hayatın yalanlığını anlatansın sen.
Fakat biliyorum ki tartışılmaz bir gerçektir ölüm…
İran’ın ünlü şairi Ömer Hayyam bir dörtlüğünde şöyle soruyor:
“Dünyada muradınca yaşarsan yaşa sonu ne
Hem bin zevkile dolup taşarsan sonu ne
Farzeyle ki dünyadaki ömrün yüz yıl
Ömründen yüz yıl daha aşarsan sonu ne?..”
Bu sorunun cevabı bir muamma değil, gayet basit: Ne kadar yaşarsak yaşayalım sonumuz ölüm. Ölüm hiç şüphesiz hayatın bir gerçeğidir. Herkesin başına gelecektir.
Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Her canlı ölümü tadacaktır. Şu veya bu sebepten, zamanı gelince herkes ölecektir. Aslında şu veya bu sebepler birer bahanedir, asıl olan ölüm gerçeğidir.
Onun için “Ölüm geldi cihâne, baş ağrısı bahane." denilmiştir.
Mevlid yazarı merhum Süleyman Çelebi’ nin dediği gibi:
“Her ne denlü çok yaşarsa bir kişi
Akıbet ölmek durur anın işi.”
Evet ne kadar çok yaşanırsa yaşansın akıbet ölümdür. Ölümden kaçış ve kurtuluş yoktur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Nerede olursanız olunuz, sağlam kaleler içerisinde bile bulunsanız, ölüm size yetişir, yakalar.’
"Kaçarı yok ölümün… Kaçarı yok son defa görmelerin, görünmelerin. Kâinat bir ağaç gibi, biz insanlar da meyveleri, dal ve yaprakları gibiyiz. Nasıl yaprak düşüyorsa ağaçtan biz de düşüyoruz dünyadan, değil mi ki düşmüştük cennetten ve başlamıştı saatimiz tik tak çalışmaya... İşte son tik takla düşüyor insan toprağa. Kıyameti kopuyor insanın… Kim bilir kaç baharı geçecek dünyanın, toprağa düşmüş insan çoktan unutulacak belki unutulduğu da unutulacak ve bir gün dünyanın da saati duracak ve kıyameti olacak. Sonrası haşir. İnşallah haşrimiz ve hesabımız kolay olsun. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşrolur."
Ansızın... Ansızın geliveriyor ölüm... Ölümün yaşı yok... Ölümün saati yok... Ve bir saniye sonrası da yok…
Bütün amaçlar hayata dair bütün hayaller planlar bir anda hiç hükmüne indirgeni veriyor. Ölümü bir an olsun derinden hissedince etrafa donuk gözlerle bakıyorsun, etrafındaki uzunca kahkaha atışlar, kenarda ağlayışlar, para hesapları, geçim kaygısı, iş telaşı.
Havada asılı kalıyor. Zaman hiçmiş gibi keşkelerin hiçbir işe yaramadığı son nokta. Yer altındaki sayısız insanla bir anda eşit olma durumu... Bir nefes kadar yakın sana.
Çünkü Bu Dünya Misafirhane…
Yunus Emre, insanların asıl yurtlarının ahiret olduğunu, bu dünyaya misafir olarak geldiklerini, onun için bu dünyanın bir misafirhane olduğunu belirterek şöyle der:
“Bu dünyaya gelen kişi âhir yine gitmek gerek
Misafirdir vatanına bir gün sefer etmek gerek.
Başka bir beytinde bütün insanların yolcu olduklarını, dünyanın ise bir misafirhane olduğunu, bu yüzden dünyaya gönül verenlerin pek akıllı olmadıklarını şöyle belirtin
Cümle halk ehl-i sefer, dünya misafirhanedir,
Pes buna gönül verenler deli değil ya nedir!
Yunus Emre’ye göre insanların dünyadaki ömürleri o kadar kısadır ki, günün belirli saatlerinde kurulup dağılan bir pazar yeri gibidir. O şöyle den
Ana rahminden geldik pazara
Bir kefen aldık döndük mezara”
İnsanların ömrü böyle kısa olduğu gibi, dünyanın ömrü de kısadır.
Ölümün, ayrılığın, son vedanın saati yok. Biz bunu bildiğimiz halde hâlâ kırıp döküyoruz etrafımızdakileri. Hayatın bir gün son bulacağını biliyoruz ama birbirimizi yargılamaya, eleştirmeye devam ediyoruz.
Elbet farkına varıyoruz hatalarımızın ama bu sefer her şey için çok geç olmuş oluyor genellikle. Ya bir insan elimizden uçunca anlıyoruz değerini ya da kalbini kırınca. Pişman olmadan, hayat insanların yollarını ayırmadan farkına varmak en önemlisi. Belki de hayat, insanları birbirleri için ne kadar çok şey ifade ettiklerini anlasınlar diye ayırır. Hâlâ yaşıyorken güzel izler bırakabilmektir mühim olan.
Çünkü dediler ki: Ölümün Saati Yok..
O nedenle ki:
Yanınızdaki kişiye değer verin. Kırmayın onu.
Durup durup sevdiğinizi söyleyin. Özel hissettirin.
En ufak bir şeyde bitti demeyin, ağlatmayın, üzmeyin.
Neden mi?.. Dediler ya!..
Çünkü ölümün saati yok.
Belki son sarılmanızdır, belki son görüşünüzdür.
Belki saatler sonra ona değil de artık toprağına dokunacaksınız.
O değil de toprağını öpeceksiniz.
Belki ettiğiniz kavgalara bile pişman olacaksınız.
Keşke yanımda olsa da sarılsam diyeceksiniz.
Sevdiklerinizin değerini kaybettikten sonra değil, şu an bilin.
Toprak aldığında geri vermez, çünkü ölümün saati yok…
Ve Ey ÖLÜM!..
Nasıl gelirsen gel, ne zaman gelirsen gel!.. Ömrümün en hayırlısı, ömrümün sonu olsun.
Amellerimin en hayırlısı, son amelim olsun. Günlerimin en hayırlısı, Rabbü'l-alemin'e kavuştuğumum gün olsun...
Sizlere bu gün veda ederken, içine sevgi kattığım selamlarımı, dualarımı gönderiyorum ve diyorum ki her birinizin gönül penceresinden ta buralardan seslenerek:
Yıldızlardan çaldığımız yaşamın sadeliğini güne katarak yarına neşe içinde ulaşmak, gelecek günleri yıldız sadeliğinde ve güzelliğinde geçirmek, geleceği güzelleştiren bu günün sevinçleri, düşleri, mutlulukları, özlemleridir diyerek; gününüz aydın, mutlu, huzurlu, sağlıklı olarak sevdiklerinizle birlikte geçsin. Dostluk, arkadaşlık her adreste yanınızda olsun…
Bugün kapınız sevmeyi bilen güzel insanlara açılsın, bugün telefonunuz güzel haberler için çalsın, bugün hep beklediğiniz ve düşlediğiniz güzel şeyler düş olmaktan çıkıp gerçekleşsin. Kazasız, belasız, açısız, dertsiz güzel bir gününüz ve hayırlı sabahlarınız olsun inşallah…
Sevgiyle, sevdiklerinizle tüm kirlenmişliklerden uzak, mutlu gülen bir yüzle, sahte olmayan bir yüzle ve gülümsemeyle sevin sevilin, hayat sevince güzel ve diyelim her bir cümleye; bu ülkenin sahipleri yalnızca bu ülkeyi karşılıksız seve bilenlerdir… Olduğu gibi görünen, ya da göründüğü gibi olan herkese, gönül soframdan gönül sofrasına sevgi ve muhabbetler gönderdim… Hoş kalın hoşça kalın ama her dem sevgiyle dostça kalın... Bir gün, bir yerlerde, görüşmek ümidiyle…